HAN DUVARLARI- FARUK NAFİZ ÇAMLIBEL




Edebiyat çalışırken Eski Türk Edebiyatında karşıma çokça çıkan Faruk Nafiz ÇAMLIBEL'i inceledim. Türk Edebiyatına hakim olmak isteyen herkesin okuması gereken yazarlarımızdan kendisi.
1898 yılında doğan Faruk Nafiz memleket şiirleri de yazmakla beraber genelde aşk şairi olarak anılır.

Han Duvarları kitabı üç bölümden oluşuyor: Memleket Şiirleri, Aşk Şiirleri ve Rubailer..

Ben Faruk Nafiz okumayı sevdim, daha doğrusu edebiyat okudukça, çalıştıkça benim ilgimi çekti.

Aşk şiirlerinden :

HÜSN Ü AŞK

Başım, ki fırtınalardan bu anda kurtuldu,
Senin dizinde nihayet biraz sükun buldu...
Dalınca alnımı kat kat genişleten siteme,
Neden bu vakte kadar bekledin, zavallı? deme;
Şikayet etme, sakın boş geçen zamanından.
Geçen zamanla ne eksildi hüsn ü anından,
Geçen zamanla ne kaybetti ruhumun güneşi?
Muhabbetim de, cemalin de layemetun eşi...
Gelince hüsn ile aşk, ansızın, nazar nazara
Bir an içinde döner karşılıklı aynalara.
Zaman, mesafe bu sonsuz hayal önünde nedir?
Ne hükmü var ki, bütün kaybımız beş on senedir!
Dehalar ölse de mısralar ihtiyarlamaz;
Güzellüğün de senin böyle tazedir kış, yaz;
Nasıl duvarda değişmeksizin durursa resim,
Nasıl güzelse Boğaz her saatte, her mevsim...
Diler beşikte görünsün, diler mezara yakın,
Yanan gönüllere ilhamı gelir aşkın.

Büyür çınar gibi zahmetle şanlı sevdalar;
Bahara geç kavuşur sevgilim büyük dağlar!

Rubailerden:

GENÇ OSMAN

Kaç asır geçti o hicran üzerinden, bilmem;
Kimlerin kahpe felek doğradı ekmek kanına?
Bildiğim varsa, cihan halkı, o günden bugüne
Yanarız memleketin tığ gibi Genç Osman'ına!




Benden- UYANIŞ



Çok uzun zaman her insanın, ben açıklama yapmadan beni anlayabileceğini sandım. Mimiklerimden, sesimden...Senelerce böyle yaşadım. Çünkü ben genelde anlayabildiğimi düşünürüm, her halden. İnce ince düşünürüm. Bin düşünür bir söylerdim genelde. Artık yine bir söylüyor ama bin yazıyorum. Durduramıyorum kendimi bir süredir. Konuşmak gibi bir ihtiyaç neredeyse.

Hepimizin algısı farklı. Genellemeler de yapabiliriz elbette. Bazı gözlemlerin sonucunun, en yakından tanıdığımız kendimiz olduğunu düşününce de bazı genel sonuçlara varmaya eğilimimiz vardır. Gülün kokusu genelde beğenilir, buradan herkesin gülü sevdiği yada çoğu insanın gülü sevdiği ve gül kokusunu duymaktan hemen herkesin zevk aldığı düşünülebilir. Melisa da genelde çok sevilen bir çiçektir fakat ben kokusundan hoşlanmam. Melisanın kokusu bana ağır gelir. Bu sebeple; genellemelerimiz genelde doğru olmayabilir. Yine bir genelleme oldu, bir yere varmaya çalışmaktan oluyor hep :) Yani; çoğu insan tarafından anlaşılmayı beklememek lazım. Açıklama yapmak gerek, durumunu anlatmak gerek ve de en önemlisi beklenti içinde olmamak gerek. 

Bu özelliğimin bir dezavantaj olduğunu düşünmüştüm doğal olarak. Ama bu da doğanın dengesi. Bir süredir yani, ne zamanki, bu özelliğimi keşfettim, kusur olarak görmeyi bıraktım ve avantaja dönüştürdüm. Bu bir uyanıştı benim için. Tıpkı doğanın, baharda uyanması gibi. Herkes nasıl açıklama bekliyorsa ben de sosyal çevrem de hakkım olan açıklamayı bekliyorum. Kimse de bana eğer net bir şey söylerse üstüme alınmıyorum. Çünkü anlayıp üzülmek, sürekli sorgulamak, hassas olmak, bu trafik gerçekten de çok yorucu. Avantajın nerede derseniz? İnsan tanımak, insanları yorumlamak benim için daha kolay. Örneğin şimdiye kadar bir insan hakkında ilk görüşte edindiğim izlenimlerim beni hiç yanıltmadı. Yani ben, iyi bir gözlemciyim. Gözlemlerim hemen hemen her zaman, hayatımın her yanına dokunuyor.

Hayatımızı yöneten algı, zeka değil fikrimce. Doğarken algımızı seçemiyoruz, hiçbir şeyi seçemeyişimiz gibi. Hayatta zeki olanlar değil, doğru algılayanlar yada algısı açık olanlar, görenler, gözlemleyebilirler bunun yanın da öz güvene sahip olan insanlar istediklerini başarabiliyorlar. 

Hepimiz çeşitli özelliklerle, yeteneklerle doğuyoruz. Yeteneğimizle ilgili çalışmaktan ve yeteneğimizi sergilemekten çekinmemeliyiz. Yetenek geliştirmeye açık bir şey. Yeteneğimiz konusunda dünyanın en iyisi olmayabiliriz. Ama o bizim üretken yanımızdır. Bu yolun sonunun nereye varacağını kimse bilemez. Bizim bu konu hakkındaki duruşumuz, uğraşımız, vaktimizi nasıl harcadığımız mutlaka çevremizde var olan birilerini etkileyecektir. O yüzden dediğim gibi bu yolun nereye kadar gideceği hiç ama hiç bilinemez.

Ben kanatlarımı açtım, ruhumu, hayallerimi özgür bıraktım. Kendimi olduğum gibi kabul ederek, baktığım her şeyin hakkını vererek görmeye çalışıyorum. Göremediğim günler de olmuyor mu? Tabii ki oluyor. Burnumun ucunu görmediğim, tüm gemilerimin battığı günler de oluyor elbet. Önemli olan fikrimizin, zikrimizin bu olması. 

KAYIP ZAMANIN İZİNDE- ÇİÇEK AÇMIŞ GENÇ KIZLARIN GÖLGESİNDE- MARCEL PROUST





Uzun zamandır Ninova Kitaplık ile ilgilenemedim, bazen istem dışı zihinsel bir yorgunluğa düşebiliyoruz. Bu kitap okumadığım anlamına gelmiyor tabii ki. Okuduklarımı da yazılarımı da paylaşacağım.

İlk kitabım, Proust'un Kayıp Zamanın İzinde kitabının  ikinci cildi olan Çiçek Açmış Genç Kızların Gölgesinde. Her kitap mutlaka bir şeyler katıyor bizlere ama Proust, benim için ayrı bir yerde artık. Kayıp Zamanın İzinde ilerledikçe emeğine, yeteneğine hayran oluyorum. Tüm tanıdıklarımızın yada bir şekilde bağ kurduğumuz insanlar zihnimizde bir yere sahipler. Proust zihnimdeki kitaplığımda en üst sıralararında yerini aldı. 

İkinci cilt olan kitap, kahramanımızın çocukluktan sonraki ilk gençlik yıllarını anlatıyor bize.  Hayal kırıklıkları, beklentiler, heyecanlar... Combray'den ayrılıyor. Kahramanın hislerini ve çevresindeki insanlar hakkındaki düşüncelerini ustaca tanımlıyor bize Proust. Tanımları sanki zihnimde hep yaşattığım şeyler ama sanki daha önce kimse böyle güzel anlatamamıştı yada hiç anlatılmamıştı belki de. Çok güzel saptamaları var. Bir karakterin bir özelliğinden bahsederken onda yarattığı diğer çağrışımları aktarabilmesi benim için çok büyüleyici yada doyurucu diyebilirim. Her seferinde işte bu dedim.

Proust okuyanlar ya onu çok etkileyeci buluyorlar yada çok ağır bulduklarını söylüyorlar. Ben çok etkilenenlerdenim. Çünkü onun zihni, bağ kurma ve aktarma yeteneği bana göre kusursuz.

Alıntı yapmıyorum, alıntı yapınca biraz kitabın büyüsü kaçıyor gibi geliyor artık. Sadece bana hissettirdiklerinden bahsetmek istedim. Bir kitap yazılıyor ama ne de olsa her okuyan kişi kitabın hissettirdiklerini kendine göre anlatabilir.

Eğer siz de kendinizi zihinsel olarak hazır hissediyorsanız Proust okumaya başlamalısınız. Her cildinden sonra başka bir yazarın kitabını okuyarak hem zihninizi biraz dinlendirmiş hem de demlendirmiş olabilirsiniz.

Keyifli okumalar.


Benden- OKUMAK






Türkiye'de kitap okuma oranları ile ilgili çeşitli kurumların çeşitli araştırmaları var. Konuyla ilgili farklı sonuçlar var. Bana göre sonuçların nasıl değerlendirildiği de önemli. Ne tür kitaplar tercih ediliyor?

Durumumuz çok iç açıcı değil tabii ki. İnsanoğlunu okuyan ve okumayan diye ayırırken, okuyanları da çeşitli gruplara ayırabiliriz ve bu liste çokça uzayabilir. Bu okuyanlar grubu sonucunda kendini ne bildiğine göre bir yerlere koyan insan grupları da oldukça çok. En tehlikeli kısım da burası tabii ki. Üç kitapta dünyayı çözdüğünü zanneden bir çok insan var. Yani bu konu oldukça karmaşık.

İnsanın gelişimi ve dönüşümünde kitabın etkisi inanılmaz. Küçük yaşta kitap okuma alışkanlığı edinmenin payı çok büyük. Çünkü ilk kitaptan itibaren değişmeye başlarsınız. Seneler geçtikçe ve her kitapta değişirsiniz. Bu değişim başlangıçlarda sıkıntılıdır. Çünkü ilk kitaplarda biraz farklı hissedersiniz kendinizi herkesten. Bu öğrenmenin verdiği bir öz güven olabilir ama cahilcedir. Çünkü daha okunacak çok kitap, öğrenilecek çok şey vardır ve bu yol sonsuzdur. Ama ilk birkaç kitaptan sonra bunu sindirmek çok zordur. O yüzden bu dönemin çocukluk dönemine denk gelmesi önemlidir ve gereklidir fikrimce. Çocuk değişir, gelişir. Büyüme ile birlikte orantılı olarak ilerlemelidir bu durum.

Yetişkin birine kitap okuma alışkanlığı edindirmek oldukça da zordur. İlk birkaç kitaptan sonra bir yerde tıkanabilirsiniz yada şöyle şikayetler duyabilirsiniz: "Ben akıcı kitap okuyabiliyorum", "Aşk romanı okuyabiliyorum" gibi.

Velhasıl sevgili arkadaşlar nedir? Umudumuz çocuklarımızdır. Çocukluk mükemmel bir dönemdir ve her güzel şeyin ve pek tabii kötü şeylerin de yeşerebileceği bir dönemdir. Algıların en açık olduğu en etkili dönüşümlerin olabileceği zamandır. Başlangıçta sadece bir yol açılır çocukta, yolun nereye kadar gideceği bilinmez sonrasında.

Peki çocuklarımız okuma alışkanlığını nasıl edinecekler? Sadece kitap almak yeterli mi? Tüm alışkanlıklarımız görerek oluşuyor. Sadece kitap sahibi olmak yetmez, çevre de okuyanlar da olmalı. Çevresinde okuyanlar yokken bu alışkanlığı edinebilen insanlar yok mu? Var elbette. Ama herkes aynı değil, ayrıca yukarıda da bahsettiğim gibi bu alışkanlık ne kadar erken edinilirse o kadar iyi. Okumanın ne denli önemli bir şey olduğunu kavrayana kadar epeyce zaman harcayabilir bir insan.

Son kez de konuyla ilgili birkaç şey daha söylemek istiyorum. Bazı okumayan insanları kabullenebilirim evet. Ama okumayan bir öğretmeni kabullenemem, saygı duymamı da bekleyemez kimse. Okumayan akademisyene saygı gösteremem.

Bol okumalı, okutmalı günler dilerim herkese.

KABUK ADAM- ASLI ERDOĞAN


Bu aralar bendeki ruh hali ile sanırım Aslı Erdoğan'ın ruh hali çokça örtüşüyor. Çokça ne demek? Yani (sanırım?) tamamiyle değil demek (bendeki durum). Benim farklılıklarım var. O da yine bir Aslı Erdoğan başarısı. Kitaptaki beyaz kadının ruhunu ve psikolojisini öyle güzel yansıtmış, öyle derinlere inmiş ki ister istemez kendi ruhunuzu sorgulamanızı sağlıyor. Ya da şöyle demem daha doğru, ruhunuz özgür kalıyor belki de.

İnsan sürekli bir yolculuk halinde, hayatımız yolculuğumuz...Bu yolculukta sürekli değişiyoruz, arıyoruz, arıyoruz...Kendimizi... Bazen öyle noktalara geliyor ki insan; karşıdan önemli gibi görünen şeyler önemsiz yada önemsiz gibi görünen şeyler senin için tam tersi önemli olabiliyor. Onun arayışı benim arayışım oldu. Onun söyledikleri benim bulduğum şeylerin, sahip olduğum şeylerin bir kez daha altını çizdi.

Önyargı... Her yerde bizimle aslında. En aza indirmeye çalışabiliriz, görünenle gerçek bazen değil çoğu zaman çok farklı. Beklentilerimiz, yaşadıklarımız. Hayat bazen sadece görmeyi öğretiyor bazen bize (bana), fikrimce. Benim daha çok yolum var bu konu ile ilgili, sizleri bilmiyorum :(

Hayatımızda bizleri okuyan insanlara ihtiyacımız var ve gerçek sevgiye. Ben klavuz diye yorumluyorum onları. Benim bir klavuzum var, hamdım ben, aldı yoğurdu beni. Daha önce başka bir yazımda da bahsetmiştim, bir klavuz olmak için bir etikete ihtiyacı yok kimsenin. Sade, sadelik.... Kabuk adam bir klavuz bana göre.

Her dönüşüm sancılı sanırım. Acı ile yoğuruluyoruz belki de. Yada belki de benim gibi duygularını daha yoğun yaşayan insanlar için böyledir. Bilemiyorum. Ama acı çekmeden dönüşemiyoruz. Tıpkı buzun suya dönüşmesi için erimesi gerektiği gibi. 

Kitabın bana hissettirdikleri bunlar. Herkes farklı şeyler alabilir bir kitaptan. Dolaylı da olsa gitgeller ve onun bahsettiği duygular alıp taa derinlere çekti beni.

Keyifli okumalar.








Benden- SEVGİLİ ÇOCUKLUĞUM



- Sevgili çocukluğum, nasılsın? Hayli zaman oldu senden ayrılalı. Dur bi dakika! Bir ses var... Derinlerden bir şeyler geliyor galiba. Çok az duyabiliyorum seni, yükselt biraz sesini, hadi!
O da ne yapsın, alışmış çok ses yükseltmemeye...

- Ama çok özledim seni, konuş biraz benimle, sen gibi konuş.

- Burdayım.

- İşte oldu.

- Beni yani çocukluğunu bıraktığın zamanları hatırlıyor musun? İşte evet tam orası. Ne için bıraktın beni?

- Aslında hiç bırakmak istememiştim.

-Yapma, bunu söyleyen sen olamazsın. Gönüllüydün bırakmaya, sırtına koca koca yükler almaya.

- Tamam yeter üzme beni.

- Ben üzsemde barışırım birazdan seninle, unuturum, bir oyun oynarsın benimle geçer.

- Yapma böyle ağlatacaksın beni.

- Ağlamak güzel şey, ağlayabilirsin, ben sık sık yaparım, önce dudağımı titreterek başlarım ağlamaya...

- Hatırladım, öyleydi değil mi ?

- Öyle...

- Tekrar bırakmak istemiyorum seni, sesimi zor duyurdum sana. Affet beni. Bundan sonra hep birlikteyiz, kaldığımız yerden büyüteceğim seni.

-İnanabilir miyim sana?

-Söz veriyorum.

-Anladın mı şimdi beni , sözüme geldin mi? Demeyeceğim tabiki bunları büyükler gibi. Hesaplarım olmayacak. Bazen küsebilirim ama hemen barışırım. Her güne yeni bir heyecanla başlarım, bazen okula giderken karnıma ağrılar girse de. Özlerim sevdiklerimi, unutmam, vakit ayırırım, vakit geçirmek isterim sevdiklerimle. Vaktim yok demem sana, oyunlarımın arasında senin için vakit yaratırım, vaktin olmaması diye bir şey yoktur nasıl olsa, sadece sana ayrılmayan vakit vardır yani demek istediğim.

-Deme öyle, değildir öyle aslında...

- Böyle diye diye attın beni derinlere, sesimi bile duyuramaz oldum sana.

- Yani...

- Yanisi falan yok aslında. Beni bırakmak istemiyordun değil mi bir daha?

-Evet.

-O zaman bana kulak ver, el ver, kalbini ver.

- Sımsıkı sarıldım sana.

- Hadi o zaman hep istemiştim de bir türlü olmamıştı, o süslü şemsiyeyi almaya gidelim bana.





BİR DELİNİN GÜNCESİ-ASLI ERDOĞAN


Yeni yılın ilk günlerinde tanıştığım yazar, Aslı Erdoğan oldu. İyi de oldu. Sevgili Aslı Erdoğan'ın Bir Delinin Güncesi, bir deneme kitabı. 50 kısa denemesi var. 

Yazarımız 1967 doğumlu, birçok ödülü var. 

Yazdıkları rahatsız edebilir, kendisi de zaten rahatsız olmamızı istiyor. Bildiğimiz şeyleri süslü cümlelerle tekrar yazamayacağından bahsediyor bir yazısında. Kalemi sert. Köşe yazarlığı yaparken biraz daha yumuşak yazmasını tavsiye edenler oluyormuş, o bunu hiç yapamamış, yapamam diyor zaten.  "Sadece yarayı, yıkımı, yokluğu, kurbanı dillendirmek adına yazdım" demiş Aslı Erdoğan...  Aynen kendisinin de dilediği gibi bazı cümleleri beni sarstı, bazı katılmadığım taraflar da oldu. Aslında zaten olması gereken bu değil midir? Sürekli onaylayacağımız cümleleri okuyacaksak okumanın ne anlamı var? Ben sevdim Aslı Erdoğan okumayı.

Bazen cehennemi yazmış diye düşündüğüm oldu okurken. 

Cehennemden cenneti yaratmak mümkün müdür? Düşündüm, düşündürdü. Oysaki o sadece cehennemi yazmıştı. İnsan böyle dedim kendi kendime, o hiç kurtulmaktan bahsetmemişti yazılarında. O yüzden okumak önemli, o yüzden görmek önemli işte. O yüzden edebiyat önemli...

Görmek bu kirlenişi, bu bulanıklığı ve bu sayede cehenneminden cenneti yaratmak zihninde yani fikrinde, yani fikrin de sen olduğuna göre, sende cenneti yaratmak mümkün. 

Okurken kendim için not aldığım ve sizlerle paylaşmak istediğim birkaç alıntı:

"Yalnızlığı iyi tanıyan insanlara özgü beklentisizliği. Kendi düş ağacını budamış, dünyayla hesabını süresiz ertelemişti."

"Hayatınızdaki her şeyin, biraz boş bulunsanız kayıp gideceğini sezdiğiniz anları bilirsiniz (Bilir misiniz?); ya da aslında dünya bir anlığına boş bulunsa, arka kapıdan sıvışacak olan sizsinizdir.(Kim olduğunu düşünmek zorunda kalmayanlar ya hep kazananlardır ya da vurdumduymazlar...)

"Oysa, tek tutkunun sahip olma tutkusu, tek özgürlüğün tüketme özgürlüğü sanıldığı bir dünyada, "erdem" uslu bir boyun eğiş, süregiden her şeyin onayı olarak sunulmaz mı?"

"En korkunç yalan, yansımasını ötekinin gözlerinde gördüğümüz yalandır. İşte bu cehennemden kaçmalı. Koşmalı. Yalınayak, cebindeki paraların, kimliklerin, anahtarların ağırlığından kurtulmuş, günebakanlara, denize, yaşama doğru..."

"Gawron'dan ve onun adsız, kayıp yüzlerinden öğrendim ki, düşenler olduğu gibi, bir de düşmeyenler, asla, hiçbir koşulda düşmeyenler var. Devrilseler bile düşmeyenler... Yaşamın fazlasıyla acımasız kesildiği, kimsenin gözünün yaşına bakmayan bir iktidar oyunu gibi göründüğü zamanda bu resme sığınabilirsiniz. Kendimizi, - belki nedensizce, belki değil- düştü düşecek gibi hissettiğimizde, ağır bir maske tarafından yeryüzüne çekiliyormuşçasına, kapaklanmamıza ramak kaldığında... Bizi ayakta tutmaya hazır bir çift görünmez kolun varlığına belki böyle inanabiliriz..."
(Gawron Polonya Direniş Örgütü'ndenmiş, çok güzel çizimleri varmış. Emir üzerine SS barakalarını gül çizimleriyle donatmış. Savaştan sonra bir daha hiç çizim yapmamış.)

Bir sonraki Aslı Erdoğan kitabı "Kabuk Adam" olacak. 

Sevgiyle...













Benden-DEVAM ET

Hissediyor musunuz siz de bilmiyorum? Her an değişiyor ve dönüşüyoruz. İyiye veya kötüye. Direksiyon bizde, nereye kıracağımız bize bağlı...